İki Ana Kedi, 'Bizleri Sevin' Dedi


İnsanın her yaşta öğreneceği şey var, öğrenmenin de yaşı yok...

 

Eğer çok genç yaştayken bile, ben bunu yapamam, bunu öğrenemem, bilemem diye, öğrenme kapısını dışarıya kapatmışsanız, kendinize en büyük kötülüğü yapmış ve beyin tembelliğinin önünü açarak, ölümü bekler hale gelmişsinizdir...

 

Her yaşta karşılaştığımız insanlarla bu düşüncemizin yaşamda geçerliliğini de görüyoruz... Emekliliğini kazanmış ileri yaşta insanlarımız, bize gelerek herhangi bir dalda çalgı edinerek öğrenmek istiyor. Genç yaşlarda gelen arkadaşlarımız, “Ben bu çalgıyı öğrenemem” dediğinde, eğitimci olarak uyarıyor, “Öğrenmeye kendinizi kapamayın, göreceksiniz ki başaracaksınız” diyor, zaman içinde başardıklarını da görüyoruz.

 

Neden öğrenmenin yaşı yok diye başladım, merak etmişsinizdir...

 

Köy çocuğu olarak doğada, hayvanlardan uzak olmadan yaşadığınız halde, altmış yaşına gelince onları tanımadığınızın farkında olacaksınız, bu kabul edilecek bir olay mı?

 

Evet, öğrencilerimize doğa ve hayvan sevgisini anlatmışız ama o sevgiyi içselleştirmeden yaşadığımız için yeterince anlattığımızı da söyleyemem.

 

Kızım evde köpek beslemek istiyordu. Arkadaşlarımızdan bakımının zor olduğunu duyduğumuz için, bu öneriye sıcak bakmadık. Bahçede tavşan besleyerek, O’nu ikna etmeye çalıştık, olmadı...

 

Bir gün yürüyüşe çıktığımda, bir köpek yavrusunu, minibüs çarpmak üzereyken, tekerlerin altından kurtararak eve getirdim. Kızım çok sevindi... İki ay kadar bahçede besledik. İş dönüşü çocuklarımız gibi bahçe kapısında karşılıyor, üzerimize atlayarak sevgi yumağı oluşturuyordu. Bir sabah kahvaltı yaparken, komşumuz kadının terlikle köpek yavrusuna vurduğunu, onun da bağırdığını duyduk. Bu olay üzerine kızımı ikna ederek, hayvanlar barınağına götürdüm.

 

Yavru köpek, orada bırakacağımızı anlamıştı, suskun, küskün ve gözünden damla yaşlar akıtarak bizi çok üzdü. Kızımla göz göze gelmeden arabamıza atlayıp geldik, ikimizin yanaklarında da ıslaklık kaldı.

 

Komşularımızla köpek yüzünden kırgınlık yaşamamak için, bu istemediğimiz yönteme başvurmak zorunda kaldık!

 

***

 

Dışarıda başkalarının insafına bırakarak hayvan sevgisi yaşayamayacağımızı anlayınca, muhabbet kuşu almaya karar verdik.

 

Eşim, yavru kuşa konuşmayı öğretmek için olağanüstü çaba harcadı. Öyle bir an oldu ki, onaltı sözcük öğrenen Can adlı kuşumuz, evimizin küçük bebeği oldu. Evden giderken yiyeceğini ve suyunu kabına, Can’ı da kafesine koyuyorduk... İş dönüşü de ilk işimiz onu kafesten çıkarıyor, özgürlüğüne kavuşturuyorduk.

 

Nereye gitsek, yol arkadaşımız, gönüldeşimiz oluyor, sofrada bize eşlik ediyordu. Sekizbuçuk yıl sol elimin işaret parmağı, onun mavi köşkü idi. Elimin sıcaklığı ile sevgiye, elimdeki yiyecekle de besine doyuyordu.

 

Evimizin, ağzında emziği olmayan küçük bebeği olmuştu... Akşam iş dönüşü hepimizin ilk uğrak yeri Can’ın kafesi idi. Önce elimize alarak onunla konuşuyor, hasret gideriyorduk. Yine akşam yemeğini onunla birlikte yiyor, elimizdeki yiyeceklere onu ortak ediyorduk.

 

İşyerine de götürdüğüm olmuştu. Öğrencimiz mutfakta çorba içerken, uçarak çorba tabağının içine düşmüştü. Kanat altları yanmış, kalan tüyleri salça rengine bulanmıştı. Büşra Vural kızımız çok korkmuş, sanki çorbanın içine kasıtlı olarak düşürmüş gibi suçlanmıştı. Bir yandan O’nu yatıştırmaya çalışırken diğer yandan kuşu nasıl kurtarırız telaşına düşüyorduk.

 

O sırada piyano dersi alan veterinerimiz Burcu Bolat’ı çağırarak bilgi edinmek istedik. Burcu, Can’ı o halde görünce, “Çok fena yanmış, bir ayda zor konuşur” demiş ve biz çok üzülmüştük.

 

Çok özenli bakışımız nedeniyle iki günde kendine gelerek, bize moral verdi. Tüylerini temizleyerek konuşmaya başladı.

 

Son yıllarında hareketi kısıtlanmıştı, biraz uçtuktan sonra, kafesinin üzerine konuyordu.

 

Bir pazar günü, sofraya oturduğumuzda, ısrarla kafesten çıkmak için feryadı figan ediyordu. Dayanamadık, kafesten çıkardığımızda parmağımdaki yerini aldı. Ekmek koparırken, uçarak kafesin üzerine kondu, konar konmaz da aşağı düştü. Elimize aldığımızda, derler ya, “Kuş gibi hafif”, o kadar hafiflemişti ki, sanki kafesten çıkarak bize veda etmek istemişti.

 

Eşim, kızım ve ben sofradan bir şey yemeden kalktık, kafesin içine koyarak bahçedeki odamıza koydum. Sabahleyin, kafesten çıkararak, bahçenin bir köşesine defnettim, geride sevgisini, acısını, hasretini bırakarak bize veda etti...

 

Eve geldiğimizde onun güzel sesi ile “Anneciğim, bir tanem, canım” diye alıştığımız sözleri duyamaz olduk. Uzun süre onun yokluğuna alışamadık, acısını içimizde yaşadık...

 

Ama tüm bu acılarımıza rağmen; yalnız kalanlara, “Evde mutlaka bir muhabbet kuşu besleyin” derim. Akşam eve gelince dışarı çıkarır, arkadaşlık edersiniz. Ensenize konar, bir öpücük atarken, “Bir tanecik babacığım, canım benim” der, yemek yemenize gerek kalmadan sevgi ile doyar, günlük yorgunluğunuzu atarsınız...

 

***

 

Her insanı yaşama bağlayan ilgi, istek ve hayalleri vardır. Biri için hayati önemde olan konular, diğeri için hiç gündeme bile gelmez.

 

Onun için bu konuda başlığı, “iki ana kedi, bizleri sevin dedi” demiştim...

 

Kediler, köpekler, kurtlar kuşlar ve isimlerini bile bilemediğimiz dünyayı ortak kullandığımız canlılar...

 

Yakın olmadığınız, yaşamınızı paylaşmadığınız hiçbir canlıyı tanımaz, onlarla sevgi bağı kurmazsınız...

 

İnsanoğlu, her şeye egemen olmanın gereğini yerine getirmek için kurgulanmış makine gibidir. Et gerekirse etinden, süt gerekirse sütünden yararlanacağı hayvanlarla ortak bir dünyayı paylaşır, işine gelmeyeni kendi çevresinden acımasızca uzaklaştırmayı kolaycılık zanneder...

 

Oysa direkt olarak yararlanamadığı bazı hayvanlar vardır ki, doğa dengesinin onlarla sağlandığını düşünmezler...

 

Eğer hayvanlarla iç içe yaşarsanız, hayvanları insanlarla kıyaslamanız kaçınılmazdır. Onları iyi tanıma şansımız olmazsa, halk arasında söylenen klasik tanımlara uyar, “kediye nankör, köpeğe sadık” diyecek kolaycılığa kaçarsınız...

 

Nasıl ki meyvelerin ayrı ayrı rengi ve tadı var, hayvanların da farklı özel güzellikleri var. Birini diğeriyle kıyaslamanın, durumu değiştirmeyeceğini bilmemiz gerekir...

 

***

 

Bir tatil günü bahçede kahvaltı keyfi yaşarken, ağzına bir yavru kedi almış anne kedi, bir yavruyu yanımıza bırakarak uzaklaştı. Kısa bir süre sonra ikincisini, daha sonra da üçüncüsünü getirerek yanımızı mekan tuttu.

 

Bu yaşta ilk kez böyle bir olayla karşılaşınca ne yapacağımızı şaşırdık. Yavru kedilerin gözleri yarı açık, yarı kapalı, çay suyu ile yumuşak peçeteyi ıslatıp temizledik, gözleri açıldı.

 

Süt verelim dedik ama saf sütün onlara zarar vereceğini düşünemedik. Yavrunun biri süt içince rahatsız oldu, onu kaybettik. Sonra üçte iki su, üçte bir oranında süt vermenin doğru olduğunu öğrenerek, kurala uygun beslemeye başladık.

 

İşe gittiğimiz için sabah akşam doyuruyor, öğle saatlerinde kaderlerine terk ediyorduk. Sabahleyin kapıyı açmamızı, akşam da eve gelmemizi bekliyorlardı. Adeta evde çocuk sayımız artmıştı. Onların açlık ve susuzluğu birinci derecede sorumluluğumuz olmuştu...

 

Et suyu içine ekmek doğrayarak iştahla yediklerini gördükçe mutlu oluyor, hasta olmaları halinde üzülüyorduk.

 

Onlarda insanlar gibi, sevgi ile yaklaşanlara güveniyor, kaçmıyorlar, sert davrananlardan kaçarak uzak durmaya çalışıyorlar...

 

Bazı insanlar o kadar acımasız oluyorlar ki, bahçelerinde doğum yapan kedileri yavrularından ayırarak başka yerlere bırakıyor, onları anne sevgisinden koparılan çocuk statüsüne terk ediyorlardı.

 

Bizim bahçede kedilerin olduğunu bilenler, anneden kopardıkları küçük yavruları, akşam karanlığında bahçemize bırakarak, insanlıklarını gösteriyorlardı! Onlara da ilk yardım eli uzatan bizlerdik. Göz görüyor, gönül katlanmıyordu. Bizim dünyamızda yer eden bu tatlı hayvancıklar, insanmış gibi anlayış görüyor, şefkatle yaklaşımımızdan güvenli yaşamanın huzurunu buluyorlardı...

 

Öyle bir an geldi ki, bahçemizde sekiz on kedi, birbiriyle güle oynaya vakit geçiriyor, komşu çocukların uğurcağı oluyorlardı.

 

Yazları haftanın dört günü denizde kaldığımız için, aklımızda hep “kedilerin ne olduğu” düşüncesi öne çıkıyor, dönüşte de ilk işimiz, onları arayıp bulmak oluyordu. Giderken komşulara yiyecek bırakarak, hiç değilse sabah akşam onların aç kalmaması için çalışıyorduk.

 

Her kedinin bireysel özelliğine dikkat ederek ilgileniyor, çene yapısında sorun olanlara yumuşak yiyecekler, diğerlerine petshoptan aldığım kedi mamaları veriyordum. Akşamları işyerinde haşladığım tavuk kırıntılarını, onların özel durumlarına göre ayırarak veriyor, özenle doyuruyordum.

 

Bahçemizde iyi beslenen kedileri görerek sokaktan gelenler, korkudan yaklaşamıyor diye bir köşeye de onlara yiyecek atarak doyuruyordum. Bir köşeye yaptığım küçük kedi sığınağında, bir anne kedi, üç küçük yavrusunu barındırıyor, karnını iyice doyurduktan sonra yavrularını emziriyordu.

 

Bir akşam iş dönüşü komşular üzücü bir haber verdiler. Dışarıdan bahçeye giren sokak köpeği, kedilere saldırmış, kedilerin hepsi kaçmış ama yavrusu olan kedi, yavrularını korumak için köpekle boğuşmuş, yavrularını kurtarmış fakat kendisi köpek tarafından parçalanmış. Bir annenin çocukları için her türlü tehlikeyi göze alması gibi...

 

Günler geçtikçe, komşuların önceden köpeklere karşı gösterdikleri olumsuz tavırlar, kediler için de uygulanmaya başlandı. Komşular yüzümüze bir şey söylemiyor ama tavırlarından, bahçede kedi beslememizden rahatsız olduklarını hissettiriyorlardı. Hatta dolaylı mesajlar almaya başlar olduk. Benim yüzümden “bahçeye bir şey ekemediklerini” söylediklerini duydum. Oysa biz, özel olarak kedi alıp onu beslemiyorduk. Başta da anlattığım gibi, kendiliğinden oluşumun destekçisi olduk...

 

Bunun üzerine “Dohayko”yu arayarak durumu anlattım, gelip bu kedileri teslim almalarını rica ettim.

 

Beş yıl, yağmur yaş demeden güneşte gölgelik, soğukta barınak yaptığım, duygularımda içselleştirdiğim kedilerimi nasıl teslim edecektim?

 

Kuşumuzun adı Can olduğu için, kedilerime de Sarı Can, Siyah Can, Ala Can gibi isimler koymuştum. Sarı Can, sabah geç kalkmak istediğimizde, asmanın üzerine çıkarak yatak odamızın penceresinden miyavlayarak bizi uyandırmaya çalışırdı. Ne anılarımız oldu. Şimdi onlardan nasıl ayrılacaktık?

 

Görevli arkadaşımız teslim almaya geldiğinde, benim yardımımla iğne yaptı, yavruları bir güzel doyurmuştum, iğnenin etkisi ile hepsini çıkardılar. Kendilerinden geçmiş olarak arabaya yüklenerek barınağın yolunu tuttular.

 

Hamile olan kedilerin karnında yavruları var diye, yavrularını iyi doyursun diye özenle besledim. Zayıf ve halsiz olanların sağlık sorunları var diye veterinerle arkadaş oldum, bakımını yaptırdım. Elbette sokakta gördüğüm kedilerle bizimkiler arasında şans farkı vardı ama onların da masum yüzü ve yardım bekleyen tavırlarını görünce çaresiz kalıyordum.

 

“Allah kimseyi sevdiğinden ayırmasın” demişler, boşuna söylenen bir söz değil. Her gün onların beslenme, barınma ve sağlıklarını aksatmadan yerine getirmiş biri olarak o kadar üzüldüm ki, kedilerden rahatsız olduğunu bildiğim komşular bile, “Durmuş Bey, çok üzülüyorsun, gönderme onları” demek zorunluluğunu duydular. Ancak iş işten geçmişti, barınakta, yepyeni bir ortamda nasıl yaşayacakları kaygısını taşıyordum!

 

Bir gün sonra, sağlık kontrolüne gittiğimde tansiyonum çıkmıştı. Koluma holter bağlandı, izleme sonucunda tansiyonumun normal olduğunu, geçici bir üzüntü yaşadığımı söylediler.

 

Doğru bir tanıydı, onların gidişi, bahçemizi sessizleştirmişti, bana sevgi ve güvenle bakan, başlarını okşayınca kendinden geçen Canlarımız, arkamdan ne düşünüyorlardı acaba?

 

***

 

Kızım sayesinde önce tavşan sonra köpek, Can ve kedilerle yakınlık kurarak hayvanlar alemini kısaca tanıma şansı yakaladım. Öyle bir an geldi ki, sokaktaki tüm hayvanlara daha çok sevgi ve sempati ile yaklaştım. Onların barınaksız, aç ve susuz kalmasına üzüldüm, açlık ve susuzluklarının giderilmesi için elimden geldiğince özveride bulundum.

 

Bir gün bahçedeki otları keserken bir solucanın ortadan bölündüğünü gördüm, birleştirmek için çok uğraştım ama başaramadım.

 

Evin içine giren karıncayı elime alarak öldürmeden bahçeye bıraktım.

 

Yine bahçemize giren kaplumbağayı yiyecek vererek besleyince, su kabına su koyarak susuzluğunu giderince, her gün aynı saatte, beslendiği noktaya gelerek yardım beklediğini gördüm...

 

Kısaca şunu söylemek isterim ki, hangi hayvan olursa olsun, yeter ki onlara yardım eli uzatın, karşılığında mutlaka onlardan sevgi görür ve onlarla duygusal bütünlük kurarak, yaşamınızın anlamına değer katarsınız...

 

İnsan gençliğinde istediği yere gider, özledikleri ile hasret giderir. İleri yaşlarda gidemediğiniz, göremediğiniz dostlarınızın gelmesini beklersiniz.

 

İşte beklentilerinizin yerine gelmediği zamanlarda, kapınızdan, kapınızın önünden size ziyaret kuyruğu oluşturan hayvanların eksik olmadığını görecek, onların sevgisiyle yalnız kalmayacaksınız...

 

Çok az yiyecekle, kapı önüne koyacağınız bir tas su ile kolayca dostluk kuracağınız bu hayvanlar, güzel gözleriyle sevgi bakışları sunarak, insanlara vefalı olmanın en güzel örneğini sunarlar...

 

Karşılık beklemeden yapılan yardımlar iyilik olarak değerlendirilir. Ama insanlar arasında öyle bir anlayış egemen olmuş ki, iyilik yap ki kötülük bulasın.

 

Böyle düşünceleri genelleştirmek insanlara yapılacak en büyük haksızlık, fakat tamamen de yok diyemeyeceğimiz yaşamsal örnekler var...

 

Aynı yorumları hayvanlar üzerinde düşünürsek, hayvanlara yaptığımız iyiliklerin hiçbir zaman karşılıksız kalmayacağını söyleyebilirim...

 

“Hayvan” demek dilimize kolay, ama insanlarla ortak özellikleri de çok.