Musa Dağı'nda İsa'nın Ardıcı

 

Ardıç Ağacıyla Sohbetler - II

Musa Vadisi'nde İsa'nın Ardıcı


Bu diyarda taş, kaya, kum, tenleri yakan kızıl güneş ve “Ölüdeniz” var. Her yerde yalnızca tarih kokulu toz ve toprak var. Bir de karmaşalar var. “Neden, neden?…” diyorsunuz. “Bunca savaş var bu topraklarda? Neden Peygamberler hep buralarda gezinmiş?...”

 

Peygamber İbrahim’in oğlu Peygamber İsmail’in oniki oğlu oldu. Kardeşlerin çoğu Arabistan’ın ortasındaki yükseltilerde, Necd’de yaşadılar. Onlardan biri, belki “kum tepesi Dumah”, belki “gülümseyen Mubsem”, belki “gecenin çöküşü Massa”, belki “yuvarlanan kaya Hadar” ve belki de “akıllı Nafiz” “Şamar Dağı”nda (günümüzde Ha’il) yurt edindi. Ama bir gün nedense “Arabistan Yarımadası”nın ortasından güneybatıdaki “Ölüdeniz” ile “Akabe Körfezi” arasındaki diyara göçtüler. “Petra” adında bir kent kurdular. Sonra “Horan”, sonra “Levant”ı aldılar ve nihayet biraz daha kuzeydoğudaki “Busra”yı alıp başkent yaptılar.

 

Bunlar “Nebatiler” olarak bilinen bir Arap Kabilesi idi. İsa’dan önce 4. yy.’da göçebe olarak çadırlarda yaşadılar. Ne şarap içtiler ne de bu nedenle tarımla uğraştılar. Ancak İsa’nın doğumuna 200 yıl kaldığında yönetimli bir devlet oldular. Zenginleştiler ve bu yüzdendir ki kuzeydeki komşularının dikkatini çektiler. İskender’in büyük imparatorluğu ikiye ayrıldığında güçlenen “Selevkoslar”ın Kralı Antigonus “Petra”ya göz dikti; kente saldırdı ve yağmaladı. Ancak ganimet o kadar çoktu ki kuzeye, vatana doğru dönüşünü yavaşlatıyordu. Oysa Nebatiler çölü tanıyan bir halktı ve kaybeden Antigonus oldu.

 

Durum berabere biten bir maç sonucuna benziyor olsa da Nebatiler ticaret için “Selevkoslar”la iyi geçinmeleri gerektiğinin de farkındaydılar. Milattan önce 3. yy.’da başlayan “Ptolemaios-Selevkos Savaşları” “Petra”nın sahiplerine rahat zamanlar geçirmeleri için yüz yıllık bir dinlenme imkanı verdi.

 

Nebatiler askeri güçlere direnseler de komşularını ele geçirmiş “Helen Kültürü”ne yenildiler. Millattan önce yüzellilerde onlar Suriye içlerine doğru askeri zaferlerle ilerlerken “Helen Kültürü” de onlar farkına varsın veya varmasın sanat ve mimarlıkla “Petra”ya doğru ilerliyordu. Bu elbette kötü olmadı, zira zenginliğin başlatıcısı oldu. Ancak diğer yandan askeri zaferler ve gelişen mimari ile güçlenen ekonomi Romalıları endişelendiriyordu. Ve nihayet İsa’nın doğumuna altmışbeş yıl kala Romalılar Şam’a ulaşınca Nebatiler geriye çekildiler. Sadece iki yıl sonra ise “Pompey” askerlerini “Petra”ya gönderiverdi. Nebati Kralı 3. Aretas ya mağlup olacak ya da onlara haraç ödeyerek barış yapacaktı. Ticaret duygusu galip geliverdi ve ikinciyi seçti.

 

İsa’dan 44 yıl önce Jül Sezar “Sen de mi Brütüs?” dediği andan itibaren Romalılar için anarşi dönemi de başlamıştı. Pers Kralı bu kaotik durumu lehine çevirmeyi bildi. Nebatiler bu gelişme karşısında “Yaşasın Yeni Kral” dediler. Dediler ama sadece 13 yıl sonrasında vasal Roma Kralı Büyük Hirod’un işgaliyle daha yüksek vergilerle karşılaşıp bu sözün bedelini ödediler. Bundan sonrası Nebatiler için zor oldu. Biraz güçlenmeye çalıştılar. Kral 4. Aretas ticaret yollarını canlı tutmak için çeşitli yerleşimler inşa etti. Ve nihayet İsa’dan yetmiş yıl sonra çıkan Yahudi isyanını bastırmak için Romalılarla zorunlu müttefik oldular. Ancak İmparatorluk içinde Krallık olamazdı. Romalılar için “Petra” bir vilayet olmalıydı. Nebati Kralı 2. Rabbel “Ülkeme sağlığımda girmeyin” dediyse de sayılı günler çabuk geçti ve nihayet 106 yılında “Nebati Krallığı” tarih sahnesindeki rolünü tamamladı. Romalılar yeni vilayete “Arap Petrası” adını verdiler.

 

“Petra” kenti geleneksel Roma mimarisi ile yeniden tasarlandı ve tam anlamıyla bir rehavet dönemi sayılan “Pax Romana” yaşandı. Nebatiler bu parlak günlerde ticareti iyice geliştirdi, “Petra”nın nüfusu otuzbinlere ulaştı. Ancak gün geldi, ticaretin yolları değişmeye, Suriye’nin “Palmira”sının yıldızı parlamaya başladı. Üstüne üstlük Arabistan’ın dört bir yanında gelişen liman ticareti de bir başka rakip oluverdi.

 

Yediyüz yaşındaki “Petra” artık eski “Petra” değildi. Kuşlar uçsa da kervan geçmez bir yer oldu. 400 yıllarına gelindiğinde Nebatilerin torunları bu muhteşem gül renkli kentten ayrılmaya başladılar. Üstelik hiçbir zorlama da yoktu. Ama yavaşça ve organize halde göç başlamıştı. Dahası gümüş sikkeler ve değerli eşyalar bile saklanmadan, gömülmeden öylece ortada bırakılmıştı. Neden? Hiçbir bulgu yok. Kimse neden böyle olduğunu bilmiyor. Bilinen oydu ki, bu topraklarda her an bir şeyler olabiliyordu.

 

Zaman geçti, “Petra” unutulup gitti. Öylece gizli ve insansız yaşamına devam etti. Geçmişin hayal şehri geleceğe doğru uyudu. Ta ki 1812’de Johan Ludwig Burckhardt’ın ayak sesleri “Al-Siq” koridorlarında yankılanıncaya, tozlu sessizlik örtüsünü kaldırıncaya kadar.

 

İşte bu keşfin yapıldığı yıldan yüz yıl kadar önceleriydi. Tatlı bir bahar gününün gurup vaktiydi. “Petra”nın girişindeki kayalıkların gülkurusu tepeleri güneşin son ışıklarıyla kızıllaşmaya başlamıştı. Çelimsiz bir kuş kayalardan birine kondu. Birkaç kilometre ötelerde, “Musa Vadisi”nin kuzeyinde yaşlı ağaçta yediği öğle yemeğinden arda kalanları tünediği bu kayanın çatlağına çıkardı. Birkaç dakika dinlendikten sonra kuzey yönündeki kayalıklara doğru “cırrık cırrık” sesleriyle öterek uçuverip gitti. Bırakılan danecikler, karşı yamaçlardan bir ötüşe yüz ötüşle dönen aksi sedanın güçlü titreşimleriyle çatlak içinde biraz ilerleyip sıcak ve kuru karanlığa gömüldüler.

 

Nisan başlarıydı. Gökyüzü otuz, kırk yılda bir görüldüğü gibi birden bire karardı. “Musa Vadisi”, “Petra” ve dahi “Necef Çölü”nün kuru topraklarına birkaç damlacık düştü. Vadi sevindi, neşelendi. Kuru bağrı göğe doğru esnedi ve bulutlardan daha fazlası için dilendi. Seyrek damlalar sağanağa, sağanak fırtınaya dönüştü. Ardı ardına çakan şimşekler gökyüzünün karasını gündüze çevirdiler. Gökyüzünden yere inen gökgürültüleri “Petra”nın duvarlarında korkunç seslerle çarpıştılar. Kayalıklardan tozlar kalktı, kireç taşı parçacıkları ardı ardına uçuşmaya başladılar. Sert ve sık damlacıklar kayaları kılıç gibi tıraşlamaya, kaya ve kum parçaları rüzgarla savrulup geride kalanlara çarparak daha da çoğalmaya başladılar. Çölde artık birkaç metre ötesi görülemez haldeydi. Sel suları kızgın kaya çatlaklarına süzüldü. “Meisrat” ve “Madbah Dağları”ndaki çatlaklardan çıkıp “Petra” etrafındaki “Türkmenya”, “Tuğra”, “Seyyah”, “Arabah” ve “Musa” vadilerindeki derelere akmaya, çağlamaya başladılar. Her taş, her zerrecik ıslandı. “Necef” artık çöl değil tufan yemiş ıslak bir ovaydı.

 

Nisan sonlarıydı. Kuşun bıraktığı kızıl danecikler çatlağa sızan suyla şiştiler, kabukları yırtıldı. İçlerinden biri çabuk davranıp ötekilerin yolunu tıkayarak güneşle buluştu. İki gün sonra her şey yeniden kururken kayalıklar üstünde birkaç santim boyunda çöle inat bir hayat yeşerdi.

 

Yıllar yılları kovaladı. Kaya üzerindeki yeşil büyümeye, serpilmeye devam etti. Yıllar birikerek yüzyıl oldu. “Arap Yarımadası”ndan Osmanlılar çıktı; İngilizler ve Fransızlar geldi. Ordular yine savaştılar, nice canlar göğüslerinden akan al kanlarıyla kızıl toprağın üzerine düştüler. Ta İsa’dan binlerce yıl öncesinde olduğu gibi “Ölüdeniz”in etrafı yine kızıllaştı. Yeniden nice küçük devletler oluştu, kavgalı sınırlar çizildi.

 

Ben bugün o devletlerden birinde, “Birleşmiş Milletler”in resmi defterindeki adıyla “Ürdün Haşimi Krallığı”nın “Petra”sındayım. İkibinyedi yılında dünyanın yedi harikasından beşincisi olan “Petra” son 60 yıldır yaptığı gibi yine misafirlerini ağırlıyor. “Petra” artık Ürdün’e turistik gelir sağlayan bir dünya mirası olarak yaşamaya devam ediyor. Nebatiler devrinde “Hazine” denilen o ünlü yapısında altınlar olmadığı halde insanlar hala akın akın buradalar. Binaların içinde altınlar yok ama binaların kendisi altın olmuş şimdi. Dünyanın her bir yanından, turist denen insanlar kümeler halinde gezinerek “Petra”lı mimarların iki milenyum önce kayalara oydukları güzellikleri seyrediyorlar. Artık Roma’dan gelenler Nebatilerin varislerinden altın almıyor, bilakis veriyorlar. Zaman tünelinde etkileyici bir değişim... İnsanlar gezinmeye devam ediyorlar. Törensel anıtları, kral mezarlarını, tiyatroları, caddeleri, kütüphaneleri, su yollarını, geçitleri ve pazar yerlerini adımlıyor ve fotoğraflar çekiyorlar.

 

Ancak isimsiz ardıç kuşunun muhtemelen 300 yıl öncesinde pembe kayanın üstüne bıraktığı tohumla can bulan yeşilin kimse farkında değil sanki. Oysa “Petra”yı da, Nebatilerin atalarını da ve hatta daha eski öyküleri de yaşayan “Edom”un en başında dikilen bu tek ağaçtan başka ne olabilir ki? Şu kalabalık guruba konuşan, “Ürdün Üniversitesi” mezunu genç turist rehberi Hüseyin mi? Nebatilerin “Petra”sından bir milenyum daha yaşlı “Edom”un öykülerini 4 yıllık eğitiminde ne kadar öğrenebilir ki? “Edom” ki Milattan 1.200 yıl önce “Ölüdeniz”den başlayıp “Kızıldeniz”e uzanan bir çöl, bir “kızıl” ülke, “Mars”ın yerdeki uzantısıdır. “Yahudi İncili”nin sayfalarındaki bu hayalsi antik ülkeyi bilen, gören bir istisna, kimilerince kızıl ardıç, kimilerince fenike ardıcı denen bu ağaç olmalıdır. Onun gibi hiçbir şey “Edom”un, “Sodom”un, “Gomore”nin tarihi derinliklerine kök salmamış, “Musa’nın Vadisi”nde uyuyan ya da yaşayan kavimler ve dinler tarihinden beslenmemiştir.

 

O nedenle ki, “Petra”da bu münzevi ardıca bakarken daha önceleri duyduğunuz veya okuduğunuz efsaneler, “Tevrat” ve “İncil”den öyküler ve “Kur’an”dan ayetler canlanıvermeye başlıyorlar. Çevredeki kayalıklar, anıtlar, yollar ve mekansal her şey ölü gibi görünse de zaman tünelindeki öykülerden gelişen senaryolar filme dönüşüp oynamaya başlarlar.

 

“Eski Ahit”te İlyas Peygamber, Kral Ahav ve karısı İzevel’in öyküsü mesela...

 

İzevel, aşkının karşılığı olarak Kral Ahav’a halkın tapması için dört başlı “Baa’l Putu”nu diktirmesini ister. Bu Rab yerine paganistik dine dönüştür, yoldan çıkıştır. Cezası ise yıllarca süren, açlık ve sefaletle dolu kıtlıktır. Kıtlık lanetinin ortadan kaldırılması için Peygamber İlyas’ın isteği ise “Baa’l Putu”nun yıkılması ve hizmetindeki kahinlerin öldürülmesi olur. İzevel ise kuraklığın bitişini kutlamak, yaşanan kötü gidişten ders almak bir yana kahinlerinin başına gelenleri duyunca öfkeden çıldırır. İlyas’ı öldürmeye karar verir. Bunu duyan İlyas çöle kaçar, aç ve susuz kalır, bitap düşer. Bir ardıç ağacının altına oturur. Az sonra da göz kapakları yorgunluğa daha fazla dayanamaz, uyur. Bu arada Kraliçe İzevel’in askerleri her yanda İlyas’ı aramaktadırlar, çöle de gelirler. İlyas’ın altında uyuduğu ardıcın yanından geçerler ama O’nu göremezler.

 

“Yeni Ahit”te Hirod’un masumları katlinin öyküsü de ardıçlıdır.

 

Doğudan gelen bir grup müneccim Yahudi Kralı Hirod’u ziyaret ederler. Krala kutsal yağ ile mesh edilmiş yeni İsrail kralını görmek istediklerini söylerler. Hirod şaşırır, zira kral kendisidir. Uzun yılların yenilmez ve büyük kralı başka kralı kabul mü eder? Müneccimlere çocuğun nerede olduğunu sorar ve “Beytüllahim”de cevabını alır. Bunun üzerine “Gidin ve o çocuğu bulun ki O’na secde kılayım” der. Elbette niyeti yeni kral olarak görülen bebeği öldürmektir. Müneccimler gider ve çocuğu bulurlar. Ancak gece rüyalarında Hirod’a bildirmeyin diye uyarılır. Hepsinin aynı rüyayı görmesi göksel bir mesajdır ve Hirod’a haber vermeksizin memleketlerine dönerler. Aynı gece Yusuf Peygamber de bir rüya görür. Kral Hirod’un “Beytüllahim”de iki yaşından küçük bütün bebekleri öldüreceği konusunda uyarılır. Aslında asıl hedefin İsa olduğunu anladığından alnındaki ter damlaları henüz kurumadan Meryem ve kucağında İsa ile Mısır’a kaçmak için yola çıkarlar. Sina’ya yol alırken uzaktan “Beytüllahim”e ilerleyen Hirod’un askerlerini görürler. Akıllarına gelen tek çare az ötedeki ardıcın dalları altına saklanmak olur. Askerler ağacın sağından, solundan akın akın çölü toza katarak “Beytüllahim” yönünde geçip giderler. Onlar Mısır’a tekrar yol koyulduklarında Kral Hirod ve askerleri “Beytüllahim”deki masum bebeleri katletmektedir.

 

Bu öykülerde ardıç kutsallaşmıştır. Daha önce İlyas’ın şimdi de İsa’nın üstüne meleksi bir görünmezlik örtüsü giydirmiş ağaçlardır. “Akdeniz”in “Atlantik”le öpüştüğü Fas ve İspanya kıyılarından başlayıp Fransa, İtalya, Yunanistan, Türkiye ve Suriye kıyılarından dolaşıp güneyde Sina’nın kuzeyindeki tepelerden Mısır’a ve Libya’ya boy gösteren; neredeyse “Akdeniz”in sınırlarını çizen kızıl ardıçlardır. Bazı yerde susuzluğa aldırmadan kavurucu çölde; bazı yerde denizin dalgasıyla ıslanacak kadar kayalıklar üstündedir. Bazı yerde akrabalarıyla koro şarkıları söylerken bazı yerde “Petra”nın tepesindeki gibi tek başına yaşayan, sessiz bir keşiştir.

 

“Musa Vadisi”nde öyküleri söylenen bir “İlyas Ardıcı”, bir de “İsa Ardıcı” var. Daha ötelerde, daha az bilinse de “Kanaitlerin Aşera”sının paganik “İkon Ardıcı” var. Ama muhtemeldir ki öykülerle dolu bu diyarlarda öyküleri yazılmayan daha nice ardıç ağaçları da var. Kızıl taş, kaya, kum ve tenleri yakan kızıl güneş ve “Ölüdeniz”le komşu kızıl ardıçlar var. Her yerde yalnızca tarih kokusu, toz ve toprak var. Bir de karmaşalar var. “Neden, neden?... Bunca savaş var bu topraklarda? Neden Peygamberler hep buralarda gezinmiş?... Neden bu kurak diyarların her noktasında kan ve gözyaşı var? Neden sık sık kötü ve iyilerin savaşı olmuş buralarda?”. Ve hala... “Neden savaşlar hep buralarda başlıyor ve sürüyor? Bu gösterişsiz, kuru topraklarda paylaşılamayan nedir?”

 

Bunu ancak sırtınızı dayadığınız ardıcın sessizliğini okuduğunuzda anlıyorsunuz. Kumlardan çıkarak yükselen titrek sıcak dalgalarındaki mucizeleri görüyorsunuz. İlyas, “Baalbek”in putataparlığı yüzünden kuruyan bu topraklarda, tohum için Tanrı’ya yalvardığında tuz serpip de nohut bitirmedi mi? Kurak geçen onca kıtlık yıllarının sonunda “Kızıldeniz” kıyılarından gelen bulutla yeşerip gönenmedi mi bu topraklar? Kargaların taşıdığı ekmekle doymadı mı İlyas? Kızıl kayanın üstünde tek başına, sadece taşla beslendi mi kızıl ardıçlar?...

 

İlyas’ın ardıcı, “Halk erdemi kaybedip de yalnız ekmeğe bakarsa kralın putuna bile tapar. Çoğunluğun gittiği yol her zaman doğru yol; arkasından ekmek adına yürünen de her zaman doğru kral değildir” diyor. Zira “Çoğunluk doğruyu bilseydi İlyas doğru için, Rab’bi için putla savaşmazdı ki” diye ekliyor.

 

İsa’nın ardıcına göre vicdan, insanın gözüdür. Kötü bu nedenle kördür, bakar da görmez. Öyle ki binlerce göz bir ardıç ağacının altındakileri göremeyecek kadar aciz kalır. Bir topluma vicdansızlık çökerse gözlerine de hakikati göremeyecekleri bir perde iner. İnsanların doğru için mücadele yerine rahatı, rehaveti seçmesi suyun akış yönünde yüzmek kadar kolay olduğundandır. Erdemli, onurlu yaşamak ise kuru kuyudan su çıkarmak kadar zordur, ama güzeldir. Zira “Kralın vereceği zenginlikle yaşamak yerine masumu korumak adına fakir yaşamak daha güzeldir bu dünyada...”

 

Ya antik “Petra”lılar neden bu güzel kenti terkettiler? Nereye ve neden göçtüler? Tahmin etmek arkeologların görevi olsa da ve hala çalışıyor olsalar da “Petra”nın tepesindeki ardıç, onların İsa’nın Anadolu’ya doğru yayılan yeni diniyle birlikte kuzeye doğru göçtüklerine inanıyor. Aklıma “Kapadokya”nın mağara evleri, “Derinkuyu” ve “Kaymaklı”daki yer altı şehirleri geliyor...

 

Zeynel Cebeci / Amman, Ürdün - 6 Ekim 2011, Perşembe